İçinde bulunduğumuz çağı sinema çağı olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Medyanın yarattığı “izleme” ve "gözetleme” toplumunun bize kazandırdığı dizileri “bir hikâyenin en uzun şekilde anlatıldığı” sinema yapıtları olarak tanımlayabiliriz. 

İster dizi ister film olsun medyanın yarattığı tüm ürünlerde kalıplaşmış hikayeleri, toplumsal ön kabulleri, kalıp rolleri görmemiz mümkündür. Hatta bu olgulara o kadar maruz kaldık ki medyanın bize farklı bir içerik sunması maalesef mümkün değil. 

Konu dizilerde kadının rolü, kadının hikayedeki alanı, nitel ve nicel özelliklerine gelince basmakalıp beklentiler ve birbirinin aynısı senaryolar uzayıp gidiyor… 

Peki bu gerçekten böyle mi olmak zorunda? 

60’lar ve 70’ler Amerikan sinemasının kadını toplum gözünde “kusursuz” olarak sunduğu yıllardı. Toplum beklentilerine uyan, egemen bakış açısının standartlarına uygun, izleyiciyi şoke etmeyen kadınlar.

Durun! Siz Öpüşemezsiniz!

Uzay Yolu Dizisi…

Bilimkurgunun dehası, parlayan yıldızı. Evrenin ve uzayın keşfedildiği, zeki “uzaylı” formlarının insanlık ile “karşılaştığı” ancak ilginç bir şekilde evrenin her köşesinde insan ırkının ihtiraslarının ve entrikalılarının döndüğü dizi. 

Bu dizinin Amerikan ve hatta tüm dünya izleyicisi şoke eden bir yanı var. Üstelik bu şoke eden yanı ne bilim ne bilimkurgu ne bir macera ne de harika bir şekilde kurgulanmış bir hikâye. 

Tüm dünyayı şoke eden yanı kısacık bir sahne aslında. 

Kirk ve Uhura’nın öpüşme sahnesi. Beyaz bir erkek ile siyahi bir kadının öpüşmesi…

Amerikan Televizyon tarihinde ilk kez beyaz biri ile siyahi birinin öpüşmesi. 

Evet, öpüşmesi!

Hemen her şeyin mümkün olduğu uzay – zaman evreninde seyirciyi şoke eden en önemli “detay”. 

Sonsuz evrende bir sürü “uzaylı” ırkı ile karşılaşan, fütüristtik silahlardan geleceğin teknolojilerine, ışık hızı ile seyahate kadar her şeye tanık olan ama şaşırmayan seyirci buna şaşırdı. 

Olacak şey değil!

Kalıplaşmış birey ve beden politikasının yıkılması…

Dizilerin yarattığı toplumsal statükonun yansıması olan bu olay zamanla mükemmel olmayan, asi ve güçlü kadınlara yerini bıraktı. Her ne kadar bu örnekler çok az olsa da seyircinin sevdiği bu yapıtlar “Sex and The City” ile zirveye ulaştı. 

Ardından bazı dizilerde güçlü kadın karakterleri görmeye başladık. 

Yasak Aşkların En Masumu  

Ahh o Aşk-ı Memnu yok mu…

Geçtiğimiz günlerde dizinin Türkiye’de ve dünyada neden bu kadar başarılı olduğunu araştıran bir Amerikan belgeseli izledim. Belgeseldeki araştırmacının dizinin bu kadar popüler olmasını “Yasak aşkların en güzeli” şeklinde tanımladı. 

Bizim için başlangıçta güçlü kadın karakterlerin hikayesi ile başladı bu dizi. İstediğini alan, mücadele etmeyi seven, eğitimli, toplumda önemli bir yeri olan kadınlar. 

BBC’nin önemli yapıtı Dr. Foster’ın Türkiye uyarlaması da aynı şekilde başladı. 

Eğitimli, güzel, savaşabilen, kendi ayakları üzerinde duran, dramı motivasyona dönüştüren kadın.

“İntikam Yemeği” sahnesinde sofranın ortasına bomba atan ama nasıl olduysa o sofradan sadece kafasına aldığı ufak bir darbeyle kurtulan Asya, herkesi kandırdıktan ve Bihter’in intiharına neden olduktan sonra o yatak odasından sağ ve hiçbir şekilde zarar görmeden çıkabilen Behlül’e…

Çok alışık olduğumuz şeyler değil aslında… 

Her ne kadar her iki dizide de 20 dakika süren bakışmalar, sakız gibi yapışan ve uzayan diyaloglar, izleyiciye bilinç kaybı yaşatacak kadar uzatılmış sahneler olsa da merkezinde güçlü kadın (!) yatan bu dizilerde dikkat çeken bir unsur var. 

Özür Dilerim Ama Rüya Görüyorsunuz… 

Sözü çok uzatmayacağım. 

Her iki dizi aslında güçlü kadını bize anlatmaya çalışırken yanlış bir yola giriyor ve birer erkek fantezisine dönüşüyor. 

İki dizide de aldatan, “çapkın”, yalan söylemekten çekinmeyen erkek kahramanlar seyirciye erkek olmanın farklı tonunu gösteriyor. Yaptıkları her şeye rağmen kazanan iki erkek var. Yaptıkları yanlışlara rağmen toplum içinde kabul görmüş bu erkeklere çok önceleri kapatılması gereken kapılar kapatılmıyor. 

Acı çeken kadınlar, bir başka “rakip” kadın ile entrika ve ihtiras yarışına giriyor. Bu yarışı belli etmekten de çekinmiyorlar. 

Her iki dizide erkek karakterler güvenilmez olduğu halde kendileri için “mücadele” eden kadınlar birer aptal aşığı oynuyor. 

Bu da yetmiyor bu iki erkek ve onların tercihleri aslında etraflarındaki kadınların tüm yaşantısını etkiliyor. 

Erkekler bu dizide terk ettikleri kadınlara çok rahat bir şekilde ulaşabiliyor, onların hayatlarına müdahale edebiliyor. Bu kadının özgürlüğünü kısıtlayan “müdahale” seyirciye bir “romantizm” gösterisi olarak kodlanıyor. 

Erkeklerin hataları, kadınlara verdikleri zararlar küçük, çabuk telafi edilebilir düzeyde. 

Tüm kadınların hayatları bu erkekler ve onların doğru yanlış, iyi veya kötü, güzel veya çirkin her ne olursa olsun tercihleri ile şekilleniyor. 

Bu erkeğin uğruna evliliklerini, hayatlarını ve hatta yaşamlarımı feda eden kadınlar…

Konu bize güçlü kadını anlatmaya çalışırken bile dönüp dolaşıp bir “çapkın erkek fantezisine” dönüyor. 

Suçlu ve “bedel ödeyen” kadın…

Ödenmesi gereken bedel var mı? 

Var elbette. 

Bihter’in intihar sahnesini hatırlayın.

Bu sahneye çok dikkatli bakarsanız bir şey fark edersiniz. 

Adnan odaya girdiğinde sadece Behlül’ü muhatap alarak defalarca “Sen benim oğlumdun” diyor. 

Sadece Behlül’e karşı bir kızgınlığı olduğunu gösteriyor. 

Sadece Behlül’ün onun kalbini kırdığını gösteriyor. 

Bihter’e bakmıyor bile… Bihter sanki odada yok. 

Ölmek üzere olan Bihter’e tek kelime etmeye bile tenezzül etmiyor. 

Kızmak, üzülmek ve hatta yargılamak için konuştuğu kişi Behlül, yani erkek kahraman… 

Canını veren ise bir kadın… 

Karışık işler, ne diyeyim…