Sanıyorum yıl 2002’ydi… 

Kısa Amerikan dizilerinin tüm dünyada izlenme rekorları kırdığı, popüler kültürün artık diziler ve dizi karakterleri üzerine inşa edildiği dönemlerin başlangıcıydı. 

O dönemde herkesin bir “dizisi” vardı, hatta dizinin “karakteri” bile vardı. 

Popüler kültürün geniş kitlelere hitap eden basit, sonu kolay tahmin edilebilir yapımları içerisinde müzik sektörü de elbette yerinde durmuyordu. Tekno müziğin en güzel örneklerinin yavaş yavaş temelleri atılıyordu. 

Bu dönemde bir uçak yolculuğu esnasında yolcuların vakit geçirmesi için genelde gezi rehberlerinden bozma dergilerin birinde tanıdım Björk’ü. Dergi İzlanda’nın bir ülke olarak Björk sayesinde tüm dünyada tanındığını söylüyordu. Gerçekten de ilerleyen zamanlarda İzlanda Hükümeti bu sanatçıya “İzlanda’yı dünyaya tanıttığı” için bir ödül verecekti ve kendisini onurlandıracaktı. Derginin sayfalarını karıştırdığımda bu sanatçının aslında o dönemin popüler kültürünün yarattığı ikonlardan biri olmadığını anladım. Bu kadın yaratıcıydı!

Bu yaratıcılık Türkiye’deki “Turbo-folk” veya “Turbo- arabesk” diye adlandırılan akım gibi değildi. Yani aynı hikâyeyi veya melodiyi farklı versiyonlarda sunmuyordu. 

Zamanla kendisinin deneysel sanat akımı konusunda bir öncü olduğunu anlayacak, bu yaratıcılığın İzlanda’nın değişken ve öngörülemez doğası ve yapısından kaynaklandığı yanılgısına kapılacaktım. 

Björk albümü aldığınızda bir insanı en çok etkileyen şey öngörülemezliktir. Gerçekten albümü dinlediniz anda sizi neyin beklediğini asla ama asla bilemezsiniz. 

Geniş kitlelere yayılan “Pagan Poetry” şarkısı ve klibi (bu klip bazı ülkelerde yasaklanmış veya sansüre uğramıştır) bugün hala psikanaliz öğrencilerinin en çok tartıştığı eserlerden biridir. 

Aşk ve kabullenilmiş acı çekmeyi anlatır. 

Alt metnindeki analizler ise bebeklik dönemlerimize kadar gider de gider…

Gider de gider… 

Eeee Netflix’in bu konu ile ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. 

Internet teknolojisi izleyici odaklı yayıncılık kavramı ile kendi içeriğini seçebilen ve yer – zaman kısıtlaması olmadan ulaşabilen günümüz insanı için birçok farklı platformlar sundu. Netflix şüphesiz bunlardan en çok bileni. Hatta bu platformun kendi etrafında dijital bir kültür oluşturduğunu da söylemem gerek. 

Ancak konu Netflix Türkiye platformuna gelince uzun zamandan beri dikkatimi çeken bir durum söz konusu. 

Sorun şu bu platformda yer alan içeriklerin yaratıcılıktan uzak, sonu çabuk tahmin edilebilir, belli bir yaş kitlesine hitap eden, 80’lerin görsel kültüründen etkilenmiş bir yapısı var. Her dizide aynı karakterleri görüyorum. Sanki diziler ve filmler tek bir senaristin elinden çıkmış gibi… 

Oturdum ve bunu araştırmaya başladım. Gerçi bu biraz zorlu bir süreç çünkü Netflix Türkiye başka ülkelerdeki içeriklere ulaşmanıza izin vermiyor. Bu konuda çok gelişmiş bir koruma sistemleri mevcut. Ancak biraz çabaladıktan sonra Netflix Kanada ve Amerika içeriklerine ulaşabildim… 

Ne göreyim!

Birbirinden farklı sanat filmleri, diziler, sonu gelmeyen her konuda başyapıt sayılabilecek belgeseller ve daha neler neler… 

Bir an inme geçireceğimi düşündüm (ciddi haksızlıklara uğradığımı düşündüğümde hep bu olur) çünkü bu içerikler karşısında aslında benim izleyebildiğim içerikler sofrada ana yemekten sonra kırıntılar gibiydi… 


Dijital film ve eğlence platformlarının çalışma mantığı aslında genel olarak telif hakları ile alakalıdır. Bir dizi veya filmin bir başka ülkede yayınlanması için ciddi ciddi telif hakkı ücreti ödemeniz gerekir. Bu aslında sandığımızdan çok yüksek bütçeler gerektiren bir durumdur. Bu konuda Türkiye’deki fiyatlandırma sistemine bakınca elbette Netflix’in “ne kadar ekmek o kadar köfte” demesi normal. 

Ancak şu da bir gerçek ki insanların satın alma davranışları ile ilgili pazar araştırmaları kullanıcıların bu platformlara sadakatlerinin oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Hatta Netflix üyeliği ile ilgili olarak “kullanıcıların sistemde kalma” ortalamasından bahsediliyor. 

Yazının başındaki bahsettiğim yaratıcılık mevzusu burada devreye giriyor aslında. 

Yaratıcılık kişiyi şaşırtan bir eylemdir. Yeniden düşünmeye sevk eden bir eylemdir. Ben öğrencilerimle yaratıcılık konusunda konuşurken hep Björk örneğini veririm. Onun eserlerini gösteririm. 

Internet dünyasında isteyenin istediğini seçebildiği bir özgürlük içinde yaratıcılıktan uzak kalmak demek aslında kendi sonunuzu hazırlamak demektir. 

Bu dünyada hitap ettiğiniz kitleyi geniş içerikler ile beslemezseniz belli bir süre sonra ayakta kalamazsınız. 

Şunu iyi bir şekilde anlamak gerekiyor; internet dünyasında kullanıcı gerçek anlamda “kral”

Bir platforma veya aplikasyona sadakati çok düşük. 

Bu yüzden ben en azından izleyici olarak geniş içerikler sunmayan, yaratıcılıktan uzak işler ile dolu platformların başarılı olacağına inanmıyorum. 

Bekleyin ve görün….