Değirmenci’yi aradığınızda kocaman bir ego ile karşılaşmayı beklerken sıcacık gülümseyen bir yüz ile karşılaşıyorsunuz. Yaptığı işlerin büyüklüğü kadar büyük mütevazılığı. Değirmenci’yi tanıyan herkes Ertuğrul Albayrak’ı da tanıyor. Muhteşem ikili çünkü onlar.

Öncelikle Eskişehir’den başlayayım. İlk gelişiniz değil. Eskişehir için neler söylemek istersiniz?

Eskişehir’i çok seviyorum ben. Nefes aldığımızı hissettiğimiz bir yer Eskişehir. Nefes almaya sürdürmeyi devam etmek istiyoruz Eskişehir’de. Kelimenin gerçek anlamından başlarsak şuraya, 25 kilometre öteye bir termik santral yapılmasın istiyoruz mesela. Eskişehir’e her geldiğimizde buranın gündemi değişmiş oluyor. Eskişehir’de kentin gündemi değişmiş oluyor ama değişmeyen şeyler var özgürlük ortamı gibi, şu Porsuk Çayı’nda gözleri gülen gençleri gördüğümüz zaman geleceğe dair umutla doluyoruz. Dolayısıyla ne zaman bir umutsuzluğa kapılsak bir bahane bulup, bahane yaratıp Eskişehir’e gelmeyi tercih ediyoruz.  İyi ki var Eskişehir.

İnsanlar sizi çok seviyor. Evimizden biri, çok sempatik, çok cana yakın gibi ifadelerle tanımlıyorlar sizi. Medya sektöründe çalıştınız uzun zaman. Sektörü çamur olarak düşünürsek siz üzerinize çamur bulaştırmadınız. Nasıl başardınız bunu?

Direnerek başardık. Medyanın içinde ayrık otu gibi durduk yıllarca. Her yaptığımız yayınla ilgili şikayetler bize değil ama patrona iletildi Ankara temsilcileri vasıtasıyla ama biz yine de gücümüzün yettiğince dayandık, direndik ama buraya kadardı. Ben o ‘Hayır’ tweet’lerini atarken elbette sonunun ne olabileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyordum. Tabi bu kadar hızlı ve tazminatsız bir şekilde kovulacağımı, beceriksizce yöneteceklerini tahmin edememiştim o holdingin. Başımıza bunların geleceğini tahmin ediyordum ama artık dayanma sınırımızda kalmamıştı. Ya kimliğimizi değiştirecektik ki o da bizim kumaşımızda yok. Ya olmadığım biri gibi davranacaktım ya da dediğiniz gibi kirlenmemek için kendimizi biraz kenara çekecektik. Kenara çekilmiş vaziyetteyiz şuan ama bu adam boyu çamur, o çamura bulaşanları boğar. Bu kadar çamur çok fazla. Dolayısıyla temizlenmek zorunda medya. Bunu da bu halk başaracak diye düşünüyorum.

Biz gazeteciyiz ve bunun dışında bir gelirimiz yok. Düşünmediniz mi kovulursam ne yaparım diye?

Düşündük tabi ki ne yapabiliriz sonra diye çünkü biz maaşlı elemanlarız söylediğiniz gibi. İnsanın bir köşede dar günleri için ayırdığı bir parası yoksa hakikaten aybaşında maaşınız yatmadığında çok acı bir gerçekle yüz yüze geliyorsunuz ve bir duvara çarpıyorsunuz. Dediğim gibi korku duvarı aştıktan sonra insan daha da özgürleşiyor, daha da yaratıcı düşünmeye başlıyor. Ben kovulalı bir yıl kadar oldu neredeyse. Ben de bu bir yıl içerisinde ikinci kitabı yazmaya başladım, imza günlerine gittik, tek kişilik gösteri yazdım ve her gece biraz da doğaçlama katarak içine anlatıyorum ve yola devam ediyoruz. Yapabileceğimiz her şeyi yapıyoruz elimizden gelen. Yaşamak çünkü, boyun eğmeden yaşamak bir direniştir başlı başına.

Kovulduktan sonra yalnız kaldığınızı hissettiniz mi?

Twitter’da, sosyal medyada ‘İrfan Değirmenci yalnız değildir’ diye yazınca vicdanlar rahatlıyor belki ama ona yalnız olmadığını hissettirmek için yaptığı işlere destek olmak gerekiyor o yüzden ben bu salona gelip oyunu izleyenlere ayrıca teşekkür ediyorum. Beş aydır binlerce kişi sadece destek olmak adına gelip, giderken de güzel sözlerle ayrıldılar. ‘Destek olmaya geldik ama çok da iyi zaman geçirdik çok da iyi vurguları olan bir gösteriydi’ deyip gidiyorlar. Bu da bizi çok mutlu ediyor. Dolayısıyla sosyal medyada kalmaması gerekiyor desteğin. Haklı olduğunu düşündüğünüz insaları hayatın her alanında yanında, yakınında ve destek olmanız gerekiyor. Biz de elimizden geldiğince bunu yapmaya çalışıyoruz bu dönem mağdur olmuş herkesle ilgili.

Gösterinizle alakalı çok güzel yorumlar yapılıyor. Kitabınızın da birincisi çıkmadan ikincisi basıldı. Televizyoncu iken yine öyle çok beğenilen biriydiniz. Bunları neye bağlıyorsunuz?

Bir işi yapıyorsak hakkını vermemiz gerektiğini düşünüyoruz çünkü kimse kolay ekmek kazanmıyor. Maalesef bu ülkede kültür sanata, kitap satın almaya ya da bir oyuna bilet satın almaya ayrılacak parası yok insanımızın. Gençlerin buna ayıracak parası yok bunu görebiliyoruz. Öğrenciler, kira ve beslenme ihtiyacını karşılamanın ötesine geçemiyor. Ülke ekonomisinin yüzde 12 büyüdüğü söyleniyor. Ekonomi büyürken bu ülkenin gençleri payına düşeni aymıyor bu çok üzücü bir durum. Kıt kanaat geçinirken kenara ayırdığı 3-5 lirasıyla o kitabı alıyorsa bir okur onun hakkını vermeniz gerekiyor. Bilet parası veriyorsa onun hakkını vermeniz gerekiyor. Televizyonda da işimizi yaparken hakkını vererek yapmamız gerekiyordu. Çünkü alın terini, emeği ve helal lokma yemeyi biz çok önemsiyoruz.

Kariyerinize başlama hikayenizi anlatırken ‘Bir habere muhabir gitmesi gerekiyordu. O an Ali Kırca şu gitsin dedi ve ben gittim’ diye atıyorsunuz. O an hazırlık mıydınız? Elinize yüzünüze bulaştırmadan yapmışsınız ki işinizi İrfan değirmenci olmuşsunuz.

Hazır olmak ekip işidir. Televizyon haberciliği de televizyon yayıncılığı da ekip işidir. Ekip çok önemlidir. Ben Ali Kırca, Ayşenur Aslan ekibinin bir parçası olarak başladım ulusal kanal macerasına onun öncesinde yerel televizyonda çalışıyordum. Sonra çok şanslıyım ben, ne mutlu bana çok güzel bir ekibim oldu benim de. O ekip arkadaşlarımla hala birlikte yürümeye devam ediyoruz. ‘Anne ben artist oldum’ oyununu da yine yıllarca sabah haberlerinde editörlüğümüzü yapmış olan Ertuğrul Albayrak ile birlikte hayata geçirdik. Bir Uyuyup Uyanalım kitabımda da şimdi yazdığım kitabımda da onun çok büyük emeği vardır. Dolayısıyla yol arkadaşlarıyla birlikte yürümek, yola çıkarken yanınızda olanları yolda bulduklarınızla değiştirmemek çok önemlidir.

Kevin Carter örneği var ölümsüz. Çektiği fotoğraf ile ödül aldıktan sonra ‘O an gazeteciydim şimdi insanım’ deyip intihar ediyor. Siz de gazeteciydiniz ama insanlığınızı kaybetmediniz. Bunun ilgili ne söylemek istersiniz?

Yastığa başınızı koyduğunuzda kafanızdan geçen düşünceler. Vicdanınız rahat etmeyecekse isterseniz dünyanın en iyi kariyerini yapın mutlu olamazsınız. Üç günlük dünyada birazcık mutlu olacaksak başkalarını mutlu etmemiz gerekiyor. Başkalarını mutlu etmekten kastım yardıma ihtiyacı olanları, el uzattığınızda dokunabilecek olduklarınızı, gücünüz varken destek olabileceğiniz insanları desteklemeniz gerekiyor. Yalnız olmadığımızı bilmemiz gerekiyor. Bana ‘Bir kişisel gelişim kitabı yazar mısınız?’ dediler. Yazmam dedim. Bunun yalan olduğunu düşünüyorum. Herkesin tecrübesi kendinedir. Kariyer basamaklarını nasıl tırmandım diye anlatırken böbürlenerek bir anda o kariyer basamaklarının dibinde bulabilirsiniz kendinizi. İşte en dipte olduğunuz anda gönlünüz rahat mı, etrafınızda kim var asıl mesele bu.

Toplumda bir duyarsızlaşma var. Şehit haberleri, ölümler, tecavüzler artık insanlar bunlara karşı bile duyarsızlaşmaya başladı. Siz her seferinde ‘Gidenler hepimizin canı’ yaklaşımı içinde oldunuz. Bu kolay bir şey değildi. Önünüze hazır bir metin geliyor ve siz ona yorumlarını katıyorsunuz. ‘Baudelaire, kitle iletişim araçları iletişim değil ileti aracıdır’ diyor ama siz sunduğunuz haberlerde televizyon iletişim haline dönüşüyordu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Seyirciyi de işin içine dahil ettim hep. Çünkü tek kişinin konuştuğu yerde verim olmaz. Tek kişi, tek düşünce, tek renk hiç sevmem. Toplu halde konuşulur, tartışılır, uzlaşmaya varılır. Demokrasi kültürü de böyledir zaten. Bu kültür olduğu zaman kimse de kimseye hadi git buradan diyemez. Birlikte yaşamaya devam edeceksek şayet bize benzemeyenlerin derdini de dert edinmemiz gerekiyor. O zaman insan olmanın gereğini yerine getirebiliriz diye düşünüyorum. Çok zor tabi bunu başarabilmek. Benim de duyarsız kaldığım konular olmuş olabilir çünkü yetişmek de mümkün değil memleketin derdine de dertlilere de. Elimizden geldiğince bana ne demememiz gerekiyor.

Kitabınızda ötekileşmiş ama güzel insanlar hepsi bir apartmanda yaşıyor ama kitabın sonunda kötü şeyler oldu. Bunların hepsinin bir gerçekliği var. Yabancı dile çevrilip okunduğunda kurgusu çok iyi ya da abartılmış denebilecek hikayeler aslında yaşanmış hikayeler.

Maalesef… Keşke yaşanmamış olsa, keşke hepsi kurgu olsa. Bir kısmı kurgu tabi bunun ama ayakları yere basan, yaşanmış hikayelerden yola çıkan bir hikayeydi ‘Bir Uyuyup Uyanalım’. Bir yedi uyurlar hikayesi aslında. Zamanın zulmünden kaçıp kendini mağaraya kapatır yedi uyurlar. Uyandıklarında zulüm sona ermiştir. 2017 yılının yedi uyurları, uyandıklarında ki uyanacaklar elbette uyandıklarında zulüm sona ermiş olacak mı bu okura, bizlere bağlı.

‘Bir uyuyup uyanalım’ her şey çok güzel olacak. Olacak mı?

Biliyorum çünkü devam edebilmek için umudu korumak gerekiyor. Bu Pollyannacılık değil ya da boş bir umut değil söz ettiğim. Güzel günlere yürümek gerekiyor. Bekleyerek gelmiyor güzel günler ama bu güzel günlere yürüyecek motivasyonda gerekiyor insana. Seviyorum bu lafı. Evet, bir uyuyup uyanalım her şey daha güzel olacak.