Kuzeyden, Avrupa’dan savaşın sesleri geliyor.
Bu sesleri duyunca iyi düşünmek lazım.
Çünkü konuşan insanlık değil şiddet olmaya başladığında herkes kaybeder.
Tarih, şiddetin ve savaşın geri dönülmez sonuçlarını insanlığa yüzlerce kez gösterdi ancak pek iyi bir öğretmen olamadı.
Bugün 2022 yılının başındayız. Her yerden şiddet ve savaş haberleri gelmeye devam ediyor. Bundan 100 yıl önce ortalama bir insana içinde yaşadığımız çağın neye benzeyeceğini sorsaydınız eminim tahminleri bugün yaşadığımız dünyaya hiç benzemezdi. 2022 yılında çok daha güzel, modern, savaştan, şiddetten uzak aydınlık günler yaşanacağını söylerdi.
Zavallı insan, umudun fazlası da öldürüyor; değil mi?
Tarih tek başına olayları anlamamıza yetmiyor ne yazık ki. Bu noktada edebiyat yardımımıza koşuyor. Öznel olanın deneyimi daha iyi anlamak ve anlatmak için sanata ihtiyaç duyuyoruz.
Ben geçmişe baktığımda ise insanlığın defalarca şiddet ve savaştan ders aldıklarını sandığım birçok olay gördüm.
Slovenya bağımsızlığı ilan ettiğinde Yugoslav ordusu ilk bombardımana başladığında Celje’deydim. Binlerce insan ölecekti. Hiç haberim yoktu.
Dr. Frankl’ın tüm ailesi gaz odalarında katledilip, krematoryumlarda yakıldığında Auschwitz’deydim. Gaz odalarında duvarları tırmalayanlardan biri bendim. O kurbanlardan biri benim.
Ruanda’da tüm radyolar “soykırıma başlama” talimatı verdiğinde, insanlar ellerinde satırlar ile soykırıma başladığında oradaydım. İnsan olmaktan utandım.
Halepçe’de konvansiyonel silahlar ile evlerin camları kırılıp “taze elma kokusu” her yeri sardığında oradaydım. Oraya ulaşan ilk Türk Gazetecilerden biri de bendim. Gördüklerimi yazacak bir kelime yoktu. İlk kez işimden nefret ettim.
Bosna’da, Birleşmiş Milletler askerleri korumakla görevli oldukları sivilleri bırakıp geri çekildiğinde Srebrenitsa’daydım, soykırımı gördüm.
II. Dünya Savaşında bombardımandan korkan ve canlarını kurtarmaya çalışan Londralılar metrolara sığındığında oradaydım, bomba seslerini duydum. Ölüm birkaç adım ötedeydi. Her patlama sesinde binlerce insan ölüyordu. Bir süre sonra o seslere alıştım. Uyudum…
1938 yılının en soğuk kış günlerinden birinde Kristal Gece’de oradaydım, üşüyordum… O yürüyenlerden hiçbirinin bir mezarı bile olmayacaktı. Yürüyenlerden biri de bendim. Eski komşularım pencerelerinden bakıyordu.
Anne Frank günlüğünü yazarken yanındaydım, her satırını okuyordum… Küçük odada beraber saklanmıştık. Annesi her kızdığında ikimizde üzülüyorduk. Sonra o toplama kampına götürüldük. O çok, çok ama çok hasta oldu…
Almanya’da bir çocuk hastanesinde hasta ve engelli çocuklar zehirli iğnelerle katledildiklerinde oradaki çocuklardan biriydim. Annemi özlüyordum. Bana yapılan iğne ile iyileşip annemi göreceğim söylenmişti halbuki. Kandırdılar bizi, hastanedeki bütün çocukları. Öldüm. Öldük…
Struma Faciasında tuzlu su ile boğuldum. Gemideki insanların zaten bir kısmı açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. Çok dayanamadılar. 5 yaşında bir çocuktum ben. Önce annemi yuttu sular. Tek suçum “onlardan” biri olmamaktı.
Adorno, “Auschwitz’ten sonra sanat mümkün değildir, şiir yazmak ise barbarlıktır” dediğinde oradaydım. Ne zaman bir sanat eseri gördüysem, ne zaman bir şiir okuduysam utandım.
Sanat özellikle edebiyat sayesinde hepsini gördüm, yaşadım.
Şu andaki o çağrısına “hayır” dememiz lazım.
Demezsek atomun mantarını göreceğiz.
Retinalarımız yanacak.
Soluduğumuz hava zehirlenecek.
Anneler oğulları ve kızları için tabut bulamayacak.
Biz ve hepimiz tarihin sayfalarında birer kurban olarak yer alacağız.
Yoksa yeniden yaşayacağız.
Tüm bunların üzerine hayatı cephelerde geçmiş büyük adamın sözlerini hatırlamak lazım; Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!
Dr. Okan Aksu-Eskişehir Teknik Üniversitesi